Geçenlerde site komşularımızdan biri bir başka grubunda paylaşılan bir metni site grubumuza iletti. Mesajın içeriği insana iyi hissettiren, hayata daha rahat bakmayı ve erdemli davranmayı özendiren nitelikte olduğu için pozitif geri dönüşler oldu. Alıntı Hintli yardımsever bir iş insanı olan Ratan Naval Tata’nın Londra da yaptığı bir konuşmanın özetiydi. Örnek vermek gerekirse
-Çocuklarınızı zengin olmaları için değil mutlu olmaları için eğitin. Böylece yetişkin olduklarında eşyaların fiyatını değil değerini bilirler
-Sizi seven asla terk etmeyecektir. Çünkü bırakmak için100 sebep olsa da tutmak için bir sebep bulacaktır
-Hızlı yürümek için yalnız, uzun yürümek için beraber yürüyün
Gelgelelim bir tanesi sevimli ve özgürce yapılmış bir benzetme olmakla beraber bir komşumuzu rahatsız etmiş. Hemen aktarıyorum: ‘Bizler turistiz. Tanrı bizim bütün yol rezervasyonlarımızı , varış yerlerimizi önceden belirlemiş seyahat acentamızdır. Bu yüzden O’na güvenin ve hayat denilen yolculuğun keyfini yaşayın.’
Rahatsızlık ifadesini de aktarıyorum:
‘Güzel cümleler ama gene de dikkat!!! Tata bu cümle ile Hint felsefi düşüncelerinden aktarım yapıyor…’
Eeeee? Adam Hintli. Aktardığı öğretilerin çoğu muhtemelen Budizm kaynaklı. Asıl olanın varmak değil yolculuk olduğu düşüncesi zaten Buda felsefesine ait. Peki bunun ‘niyet , ‘gayret’ ve ‘cesaret’ ifadelerinden, bu dünyadaki davranışların ve düşüncelerin sonunda karşılık bulacağı inancından ne farkı var? En iyi ihtimalle İngilizceden çevrilmiş ve bir kısmının tam karşılığı bulunamamış kelimelerde neyin hatasını aramaktayız ????
Hz. Musa Peygamber’de güzel özellikleri ve ihsan edilen mucizeleri yanında Allah’ın ‘celal’ sıfatının yansıdığı ifade edilir. Zamanında, ibadet etmekte olan bir kişiye, niyeti değil usulü üzerinden sert uyarılarda bulunur, büyük tepkiler verir. Bunun üzerine ‘Beni kullarımdan uzaklaştırma’ şeklindeki vahiy gelir. Seçilmiş bir insana müdahale hakkı verilmezken, kimi, kimin söylediği hangi sözün güzel insan olmaya yaklaştıracağına nasıl karar veriyoruz?
Bu konudaki fikrimi yine bir alıntı üzerinden anlatmak isterim:
Vakti zamanında bir derviş, dere tepe ilmini aktarmak ve anlamak üzere gezerken bir manzarayla karşılaşır. Biraz ileride bir garip çoban koşarak bir tepeye çıkıp, ‘Allah!!’ diye bağırırken kendini yuvarlanarak aşağıya bırakmaktadır. Düzlüğe ulaştığında koşarak tepeye geri tırmanır ve bu durum tekrarlanır. Derviş hayret içinde çobana yaklaşıp ne yaptığını sorar. ‘Allah ‘a ibadet ediyorum. Ben cahilim derviş baba. Nasıl yapılır bilmediğim için böyle yapıyorum. Allah rızası için bana öğret ‘ diye cevap verir çoban. Derviş büyük bir huşu içinde çobana ibadet usullerini anlatır. Zira orada olma sebebini bulmuştur. Anlatacakları biten derviş hayır duaları ederek çobandan ayrılır ve göl kıyısından kıvrılan yola revan olur. Karşı kıyıya geldiğinde duyduğu ses ile irkilerek arkasına döner. ‘Derviş baba, derviş baba! Benim akılsız başım. Söylediklerinin yarısını unuttum, öbürlerini de karıştırdım. Ne olur bir daha anlatsan…’ diye yalvarır bizim çoban. Derviş geldiği yola bakarak ‘Sen ne zaman geldin buraya, yolda arkamda olduğunu nasıl fark etmedim?’ deyince çoban ‘Yok baba, ben seni kaçırmaktan korktuğum için kestirmeden, gölden koşarak geldim’ der. Ortada ne sandal ne de başka bir vasıta vardır. Derviş çobanın sadece ayaklarının ıslak olduğunu ve su üstünde derinlere doğru ilerleyen belli belirsiz ayak izlerini görür. Gözlerinde yaşlarla çobana şöyle der ‘Evlat sen anlattığım her şeyi unut. Var git bugüne kadar nasıl dua ettiysen öyle devam et’.
Öyle ya, bazen dervişin orada olma nedeni öğretmek değil, öğrenmektir…
Yorum Yazın
Facebook Yorum