Jean Babtiste Pierre Antoine de Monet, Chevalier de Lamarck.
18. yy sonlarında modifikasyonlar yoluyla evrimi açıklayan Lamarck teorisinin sahibi, Fransız doğa bilimci.
Çok daha detaylı açıklamaları olmakla birlikte, lise biyoloji öğretmenimizin akılda kolay kalması için ismiyle bağlantı kurarak ‘kullanmark – kullanmamark’ şeklinde pratikçe işlediği bu teorinin özü şudur:
‘Kullanılmayan uzuvlar körelir ve bu durum genlerle sonraki kuşaklara aktarılır’
Avcı ve toplayıcı ilk insan türlerinin (evet doğal olarak, aynı dönemde de yaşasalar coğrafi nedenlerle fiziksel farklılıkları var), ateşin keşfinden önce beslenmek için aldıkları gıdanın sindirimine çok daha fazla enerji ve vakit harcadıklarını biliyoruz. Anatomilerine ait izler gösteriyor ki doğayla mücadele etmek için daha güçlü iskelet ve kas yapıları, daha güçlü dişleri ve çeneleri, daha uzun bir sindirim sistemleri, yani bağırsakları vardı. Yiyecekleri alet edevatla parçalayıp, pişirerek tüketmeye başladıklarında daha az kullandıkları sindirim uzuvları küçüldü ve günümüzdeki haline geldi. Buna karşılık doğada hayatta kalma becerileri geliştirme, yerleşik hayata geçip düzen kurma, toplu halde yaşama ve diğerleri üzerinde hüküm sahibi olma söz konusu olunca, tek silahı olan aklını ve harekat merkezi olan beynini kullanmaya ağırlık verip, onu geliştirdi insan. ‘Ve bugünkü haline geldi’ diyebilmeyi isterdim. Ancak izlenimlerime göre durum tersine dönmeye başladı bile.
‘Akıllı’ başlığı ile kullanıma sunulan türlü araç gereç, günlük hayatın büyük kısmında düşünme ihtiyacımızı ortadan kaldırıyor. Okumayı gerçekten seven bir birey olarak tabiatı okumaya çalışmaktan vazgeçmemizin ağır faturalarını ödemeye başladığımızı görebiliyorum. Gece ve gündüze, gün ışığıyla değil kurulan saat ve telefonlarımızla karar verdiğimizden beri, bilinci yarı kapalı girilen sınıflarımız ve işyerlerimiz var. Ama sorun yok. Akıllı tahtalarımız ve ultra zeki bilgisayarlarımız var. ‘Kendimi nasıl hissediyorum?’ diye düşünmemize gerek yok çünkü nabzımızı ve tansiyonumuzu ölçen akıllı saatlerimiz var. Yüz yüze gelemediklerimizle anında sesli iletişimimizi sağlamak amacı ile icat edilmiş atalarının aksine, evimizdeki iletişimi yok eden deha sahibi cep telefonlarımız var. Ne yazık ki hala tam olarak otomatik pilota bağlanamasa da kendi başına park edebilen akıllı otomobillerimiz, ihtiyaçlarımıza son derece duyarlı akıllı binalarımız var. Mesleki açıdan; coğrafya ve iklimden bağımsız, yön ve malzeme seçimi açısından insan zekasının pek kullanılmadığı, sensörler ve wi-fi ağlarının teknolojiyle parıldadığı yapılar için ‘akıllı’ ifadesi kullanılmasından yarıca rahatsızım.
İnsanın fabrika ayarlarına dönüp, aradığı fiziksel ve psikolojik sağlığa kavuşabilmesinin yolu, hayatını sadeleştirmesinden geçiyor. Bu işlemi fiziksel çevre ile başlatabiliriz. Uzmanlar öncelikle, kullanmadığımız eşyaların (iyi enerji taşıyan, anı niteliğinde olanlar bile sınırlı) evimizde tutulmaması gerektiğini söylüyor. Kullanmıyorsak vermeli ya da atmalıymışız. Öneriden hareketle, otomobillerin sinyal kollarının acilen atılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yıllardır kullanılan birçok araçta varlıkları çoktan unutulmuş. Ayrıca enerji sarfiyatına neden oluyorlar. Çünkü ne yazık ki hala yeterince akıllanamamış otomobillerde, bu nesneyi bir insan evladının elini ama öncelikle beynini kullanarak harekete geçirmesi gerekiyor. Oysa bu uzvu kullanmaya ihtiyaç duymayan sürücü sayısı hızla artıyor. Kullanım hatasından ziyade kullanmama tercihi nedeniyle yapılan hataları, muhtemelen aynı ters evrim nedeniyle aklıma sığdıramıyorum. Akıllıların bizim yerimize çözdüğü sorunlardan boşalan yeri ve zamanı doldurmak için hayırlı uğraşlar bulmazsak, paralize hastaların zayıflayan kas dokularına benzeyen bir zihinsel çöküşü, bireysel ve toplumsal olarak yaşamamız kaçınılmaz olur. Çünkü:
‘Kullanmak ya da kullanmamak. İşte bütün mesele bu!’
Yorum Yazın
Facebook Yorum