İşsizlik, belki de insan ruhunun en derin kuyularına düşürebileceği bir karanlık; bir babanın, evine dönerken elinde bir lokma ekmek olmadan attığı her adımda hissettiği ağırlık, bir annenin çocuğuna harçlık verememesinin yarattığı sessiz çığlık. Bu, sadece bir işin yitimi değil, aynı zamanda, insanın varoluşsal sorgulamalarına dahi nüfuz eden, kendisi için zamanın yavaşladığı anlardır. Her sabah uyandığınızda, aynaya baktığınızda gördüğünüz yüz, artık sadece sizin yüzünüz değil, aynı zamanda toplumun size biçtiği etiketin bir yansımasıdır. İşte bu, işsizliğin sadece ekonomik bir terim olmadığının, aslında bir insan hikayesi olduğunun kanıtıdır.
İşsizlik, farklı dillerde ve kültürlerde çeşitli biçimlerde tanımlanmış olsa da, temelde 'işe sahip olmamak' veya 'boşta olmak' anlamına gelir. Türk Dil Kurumu'na göre, 'işsizlik' terimi 'işsiz olma' durumunu ifade eder. Ekonomik bir bağlamda ise, işsizlik; çalışabilecek yetenekte ve istekte olan, ancak iş bulamayan yetişkin bireylerin varlığı ile tanımlanır. Burada öne çıkan iki kritik unsur vardır: 'Çalışma isteği' ve 'yetişkin olma' kavramları. 'Yetişkin' tanımı da genellikle 16 yaş ve üzeri bireyleri içermektedir.
İşsizlik, pek çok farklı türde ve nedenle karşımıza çıkmaktadır. 'Doğal İşsizlik', 'Friksiyonel İşsizlik', 'Yapısal İşsizlik', 'Mevsimsel İşsizlik' gibi çok çeşitli kategorileri vardır. Bu yazıda tüm çeşitlerini detaylıca incelemek mümkün olmayacağı için, sadece 'Doğal İşsizlik' üzerinde duracağım.
Doğal işsizlik, ekonominin tam kapasiteyle çalıştığı, yani tüm üretim faktörlerinin etkin bir şekilde kullanıldığı durumda bile var olan işsizlik seviyesidir. Bu oranın %4 ile %6 arasında olması genellikle ekonomiler için normal kabul edilmektedir. Doğal işsizlik, esas olarak iki tür işsizlikten kaynaklanır: ‘Friksiyonel İşsizlik’, yani iş değiştirme veya mezuniyet gibi geçici durumlar sonucu oluşan işsizlik; ve ‘Yapısal İşsizlik’, yani teknolojik değişimler veya endüstriyel dönüşümler gibi kalıcı faktörlerle oluşan işsizlik.
Asıl odaklanmamız gereken, işsizlik oranından daha çok, istihdam edilen kişi sayısı ve bu sayının toplam nüfusa oranı olmalı. Aynı döneme ait verilere göre, ülkemizde 32 milyon 71 bin kişi istihdam edilmiş ve istihdam oranı da yüzde 49 olarak gerçekleşmiştir. Bu çalışabilecek yaşta olup çalışan her bir kişinin, yine aynı yaş grubunda olup çalışmayan bir kişiye bakmakta olduğu anlamına gelmektedir. İstihdam oranı Avrupa ve OECD ülkelerinde yüzde 70 civarında, Hollanda'da ise yüzde 82.9 gibi oldukça yüksek seviyededir. Çalışmayan nüfusu çalışma hayatına sokabilecek düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Bunun için, çalışma koşullarını iyileştirmeli ve özellikle kadınların çocuklarını güvenle bırakabilecekleri kreşler gibi olanaklar sağlamalıyız.
Ülkemizde işsizlik oranı zaten yüksekken, daha fazla insanın iş gücüne katılmasını neden istediğimi merak edebilirsiniz. Evet, bu durum kısa vadede işsizlik oranını daha da yükseltebilir. Ancak, işgücü arzının artması, rekabeti körükleyerek uzun vadede ekonomik büyümeyi, milli geliri ve sonuç olarak refah seviyesini olumlu etkileyecektir. Ancak unutmamak gerekir ki, bu olumlu etkiler ancak uygun eğitim, sosyal ve ekonomik politikalarla desteklenmesi durumunda gerçekleşebilir.
Öncelikle, çıraklık eğitiminin ve meslek liselerinin yaygınlaştırılıp, aynı zamanda kalitesinin artırılması gerekmektedir. Mevcut durumda, meslek liseleri genellikle bireyler tarafından son çare olarak tercih edilmektedir, bu da eğitim kalitesinin düşmesine ve dolayısıyla bu okulların daha az popüler olmasına yol açıyor. Bence olması gereken bölümlerine bağlı olarak meslek liselerinde, mesleki derslerin haricinde de diğer liselerle aynı normlarda eğitim vermek gerekir. Çünkü meslek lisesinin bilgisayar bölümünden mezun olan bir kişinin eşit şartlar sağlanırsa düz liseden gelen rakibinden çok daha iyi bir bilgisayar mühendisi olacağı düşüncesindeyim. Elbette ki bu tüm bölümler için geçerli değildir, yukarıda da belirttiğim gibi 18 yaşında mesleki eğitimini tamamlamış bir birey, eğer daha üst seviyede bir eğitim almayacaksa ve istemesi durumunda mesleki becerisine göre çalışma hayatına başlaması gerekmektedir. Diğer taraftan bireyin üniversite eğitimini tercih etmesi durumunda ise maalesef üniversitelerimizin birkaç istisna dışında çoğu, işsizliği ötelemekten öteye bir niteliği kalmamış, içleri boşalmıştır.
Üniversite eğitimi almak herkesin hakkıdır, fakat teknik beceri gerektiren alanlarda da yetişmiş ara elemanlara ihtiyaç duyulmaktadır ve herkesin üniversite mezunu olması gibi bir zorunluluk yoktur. Burada anahtar nokta, arz-talep dengesidir. Arzı yüksek olan bir şeyin değeri düşer; yani bu durumda, çok sayıda üniversite mezunu olması, onların bu alanlarda iş bulma şanslarını azaltacaktır. Bunun sonucunda, uzmanı olmadıkları farklı alanlarda çalışmak zorunda kalabilirler. Bu da beklentilerinin altında ücret almalarına ve hayal kırıklığı yaşamalarına neden olabilir.
Ülkemizden İkinci Dünya Savaşı'ndan yıkılmış bir şekilde çıkan Avrupa’ya, o dönemde vasıfsız iş gücü göçü olmuşken, bugün ülkemizdeki nitelikli iş gücü göç etmektedir. Yani, yetiştirmek kadar bu yetenekli bireyleri ülkemizde tutmak da önemlidir. Ülkemizdeki yetişmiş işgücünü kaybetmek bir yana yetişmiş beyinlerin ülkemize gelmesini teşvik edecek politikaların uygulanması gerekmektedir.
Sonuç olarak, işsizlik sadece bir ekonomik gösterge değil, aynı zamanda toplumsal ve bireysel bir sorundur. İşsizlik oranları ve istihdam edilen kişi sayıları, bir ülkenin ekonomik sağlığı için kritik öneme sahiptir. Ancak, bu sayılar yalnızca yüzeyi çizmektedir. Asıl mesele, uygun eğitim ve istihdam olanakları yaratmak, çalışma koşullarını iyileştirmek ve nitelikli iş gücünü ülkemizde tutabilmektir. Bu şekilde, işsizlik sorununa kalıcı ve etkili çözümler üretebiliriz.
Yorum Yazın
Facebook Yorum