Bir zamanlar hala birtakım coğrafyalarda varlığını sürdürüyor olması muhtemel bir uğraş varmış. Uğraştan çok hayır işi olarak görülen bu durum hevesli olan tarafın hediyelerine mazhar olunması ile farklı bir nitelik kazanmış. Hayırsever teyzeler tarafından evlenme çağına gelmiş gençlerin öncelikle aileleri arasında bilgilendirme ile iletişim sağlanır, sonra methiyeler düzülerek ilgi kuvvetlendirilir sonuca bağlanmaya çalışılırmış. Kültürümüzde yaşayan, herkesin gönlü olsa bile küçük yaştan beri ifade ediliş şeklini bir türlü içime sindiremediğim ‘kız alma- kız verme’ hikayesinin pazarlama uzmanları şüphesiz iyi niyetle yaptıkları bu görevin dev şirketlere ilham olabileceğinden habersizdiler.
Avcılık ve toplayıcılıkla hayatta kalan insana, bulduğunu methedecek kimse yoktu. Zira kendi ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde ‘daha’sını aramaya ayıracak gücü ve zamanı da yoktu. Ne vakit insanoğlu ihtiyacı olandan fazlasını toplu halde üretti, o zaman zor günler için yapabiliyorsa bir kısmını depolayıp kalanı farklı ürünler karşılığında değiştirmeyi akıl etti. Ortak akılla aynı yolu izleyen birileri daha ortaya çıktığında ise nur topu gibi bir ‘ticari rekabet’ doğdu. Aynı ava odaklanmış avcıların ya da içgüdüsel olarak çiftine kendini daha güçlü göstermeye çalışanların rekabetinden başka bir şeydi bu ve iki yolu vardı: Söz konusu ürünü, çalışarak benzerlerinden daha iyi hale getirmek ya da öyle olduğuna ikna etmenin güçlü yollarını bulmak. Buna satış stratejisi, ikna yollarına da reklam dediler. Bir süre sonra son üretilen mahsulün bile öncekinden iyi olduğunu kanıtlamak için ayrıca vakit ve nakit harcama gereği oluştu.
Bilinç altımıza ince ince sızan reklamlar, basın yayın organlarının ayakta kalma vesilesi olduğundan hayatımızın vazgeçilmez birer parçası haline geldiler. Görsel ve işitsel uyarının bir arada sağlandığı TV ekranlarında boy gösterenler ise kısa film tadında yapımlara dönüştüler. Sakinler soğuktan donarken uyuyan yöneticiye veryansın eden animasyon karakterlerinden, yaşam standartlarımızı yükseltmeyi öğütleyen oyunculara terfi ederken, ihtiyaçların karşılanması için sahip olunacak nesneleri tanımaktan çok birbirimizle rekabet etmeye yönlendirildiğimizi fark edemedik. Renkleri 30 kat daha iyi koruyan deterjanla yıkanmış kıyafetlerle dolaşmıyorsak adeta görünmez olacağımızı, dört haftada kırışıkları gidermeye yardımcı olan ürünler kullanmadan insan içine çıkmanın akıllıca olmadığını, saçlarımız falanca şampuanla yıkanıp ahenkle dans etmiyorsa öz güvenden söz edemeyeceğimizi öğrendik. Dahası çocuklarımızı olağanüstü içerikli, ambalajlı gıdalar ya da takviyeleriyle beslemiyorsak ebeveynim diye ortalıkta dolaşmamamız gerektiğini, mutluluğun şeker tüketiminde olduğunu ancak zorunlu sağlık uyarılarını okumak için hızlı okuma dersleri ve yakın gözlüğü almamız gerektiğini de reklamlardan öğrendik.
Seçimlerimizin hayatımızı değiştireceğinden söz edilirken, sadece satın alacağımız ürünleri değil; izlememe, dinlememe, tüketim bombardımanından korunma, doğru-düzgün-huzurlu yaşama, sahip olduklarımızı göze sokmadan, olmadıklarımız için zavallı hissetmeden yani kısaca izlediğimiz ilk hareketli reklamlar öncesi dönen o hipnoz çarkına kapılmadan yaşamayı da seçebileceğimizi fark edersek belki bir de kamu spotlarıyla uyarılmadan sağlıklı kalabiliriz.
Yorum Yazın
Facebook Yorum