Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp damar Cerrahisi’nde görevli 35 yaşındaki Op. Dr. Mustafa Yalçın arkasında 6 sayfalık bir mektup bırakarak tıbbi bilgilerini kendinde uygulayarak geçtiğimiz günlerde yaşamına son verdi.
Bu mektuptan bazı yerleri paylaşacağım.
“ Artık çok yoruldum, gelecekten umudum kalmadı. Hayattan keyif alamıyorum. Ne kadar özgürüz ki? Yılda 10 gün deniz tatili yapabilmek için koca 1 yıl çalışmak zorundayız.
İnsanların birbirlerine tahammül edememesine tahammül edemez oldum. Zorba insanlar güçlerini kullanarak korku krallığı kurup kendinden zayıfları tir tir titretiyorlar ve kalkıp da bir şey diyemiyorsun. Çünkü seni de üzüyor. Ezip geçiyor. Neden bu insanlarla uğraşmak zorunda kalayım ki?
Yaşamak bile zorunda değilken, bunlara maruz zorunda kalmak zorunda hiç değilim.”
Gençler bir bir hayatlarına son veriyor veya yurt dışında yaşamak için çare arıyorlar.
Ülkemizde bir doktor kolay yetişmiyor. Başarılı bir eğitim hayatı, ardından üniversite sınavında derece, geceyi gündüze katarak çalışılan dersler, bitmeyen nöbetler, maruz kalınan mobbingler, üstüne tıpta uzmanlık sınavı. Bir tıp öğrencisinin uzman doktor olabilmesi için ortalama 10-13 sene lazım.
Bunun yanında hasta yakını baskısı, mesleki itibarsızlaşma, düşük yaşam kalitesi, uzun mesai saatleri derken bozulan psikoloji.
Sadece bir meslek grubunda değil, birçok meslek grubundan durum çok farklı değil.
Ayrıca hayattan beklentisi kalmayan, olduğu ortamlarda mutlu olamayan, kendine, geleceğe ve ülkeye inancı kalmayan birçok kişi yaşamına son veriyor ne yazık ki.
“Neden?” sorusunu sormadan geçemeyeceğim. Ben en çok insanın insana bilerek veya bilmeyerek yaptığı kapris- söz ve değersizleştirme tarafındayım. Hepimizin birbirimizden aşırı beklenti içerisindeyken kendimizden ödün verme taraftarı olamıyoruz ya da hepimiz için en fedakar kendimiziz. Sadece yaptıklarımızı biliyoruz. Aslında karşımızdaki kişilerin de yaptıklarını görmek lazım. Takdir edip teşekkür etmekten itina ile sakınıyoruz.
Sonra çekiliyoruz kabuğumuza, herkese yaptıklarımızı gözden geçiriyoruz, sonra bize yapılanlara bakıyoruz muhasebede eksi taraftaysak başlıyoruz üzülmeye.
Bu kadar ağır hayat ve geçim şartlarında yaşamaya, üretmeye çalışırken; insan, insandan ne bekler ki… Takdir görmek, teşekkür, eline sağlık belki bir çiçekle onurlandırılmak.
Bunlar olmadan da olur elbet ama insan ne de olsa sosyal bir varlık sonuçta. Onlarsız da olmuyor işte.
Bunları göremeyen insan eğer yaşamında hiçbir noktada istediği hazzı yakalayamıyorsa, burada başlıyor kıyam! Kendini, yaşadıklarını ve dünyayı sorgulamalar… Güçlü bir ruhsan eğer, yaşamında değişiklik yapacak cesaretin varsa devam ediyorsun… Ya da kendince “en cesur” sayılabilecek kararı verip kaçıyorsun mücadeleden, belki de “en korkak” davranıştır insanın kendi yaşamına son vermesi…
Bu bahsettiklerim hepimizin hayatında olmazsa olmazlarımız. Biz, bizden şikayet edip, biz bize en olmazları yapmıyor muyuz?
Cennetle cehennem yaşamın içinde midir, ölümden sonra mıdır yoksa düşüncelerde mi bilemiyorum.
Bildiğim; biz bize dost olup, değer verip, o değeri de birbirimize hissettireceğiz ki yaşanılabilir bir toplumda, kendimizin hangi amaçla burada var olduğunu anladığımızda cenneti hayattayken bile bu dünyada yaşama şansımız olsun. Yarınları bizler şimdiden, birbirimizi hırpalamadan, üzmeden, el ele, gönül gönüle, sevgi ile donatarak inşa etmeliyiz. Geleceğimiz dediğimiz çocuklarımıza daha güzel bir yaşam alanı bırakalım. Değişimi bizler başlatalım, annelerin emek emek büyüttüğü biricik evlatları hep yanında olsun…
İyiliğin bulaşıcı olduğunu, iyilik yaptıkça bu dünyanın daha yaşanılır hale geleceğini unutmayalım ki “Dünya her kalbe cennet olsun.”
Yorum Yazın
Facebook Yorum