Bir deniz şehrinden, başkent bile olsa kıyısı olmayan bir kente okumaya gitmişseniz ve özünüzde birazcık şairlik varsa, hasret mısraları hep mavi sulara yazılır. Yoksa, özellikle havalar ısınıp da dışarı çıktığınızda, döndüğünüz her sokağın köşe başında, yosun kokusu hevesiyle nefes alırsınız. Farsça ve Türkçe kökenli şehir ve kent kelimeleri anlamdaş olmakla beraber, şehircilik uzmanları tarafından bile dişi ve eril ayrımına tabi tutulur. Şehirler ya eteklerini ıslatan tuzlu köpükler ya da içlerinden akıp giden ırmaklar nedeniyle dişi olanlardır. Bu anlamda Mersin şüphesiz bir şehirdir. Ve tabii İzmir de.
Mimarlık son sınıfın ilk dönemi başında atölye seçimi haftasıydı. Her zaman ilk tercihim olan, boğucu tasarım saatlerinin ‘tabii teneffüs’ ü 1. Atölye, ana başlığını ‘Üretim Yapıları’ olarak belirlemişti. Bir de dip not bırakılmıştı. Proje İYTE (İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü) ile ortak yürütüleceği ve arazi İzmir’de seçildiği için birkaç günlük zorunlu gezi yapılacaktı. Sezen Aksu’nun kalbinin kaldığı, anne tarafımdan da memleketim sayılan Ege’ye yolculuk bu dönemin bonusuydu.
Proje alanı eski sanayi bölgesi olan Bayraklı’daydı. Bir kenarı deniz yoluyla İzmir Limanı’na, diğeri antik kent yerleşimi Smyrna’ya yönelen ince uzun bir arsaydı. İkisine de uzak görünmekle beraber şehrin geçmişi ve geleceği arasında gizli bir koridor gibiydi. Proje konusunun da ‘Kent Kültürü Basımevi’ olmasıyla ortam beyin fırtınası için okyanusa dönüştü.
Antik kent gezisi, Kızlarağası Hanı, Kıbrıs Şehitleri Caddesi, Alsancak - Karşıyaka vapur turu vs. her şey güzeldi ama ‘kıyı’ da hissetmek için hala bir eksiğim vardı. Bir DENİZ FENERİ.
Telekomünikasyon ve sinyalizasyonun gelişmesi sayesinde işlevlerini yitirmiş olsalar da olağanüstü anlamlar taşıyan emektar deniz fenerleri, nedense hep güvende hissetmeme neden olmuştur. Karanlıkta ve boşlukta kalan ya da öyle hisseden insan için ışık yayan küçücük bir kaynağın bile hayat kurtarıcı olduğunu düşünürsek anlamı ortaya çıkar. Dogmatik düşüncelerin hakim olduğu hatta düşünmenin zümrelere ait kılındığı ‘Karanlık Çağ’ın sonunu getirenin, kadim bilginin ve bilim öğretilerinin yayılmasını sağlayan matbaa olduğu gerçeğinden yola çıkarak kent kültürüne; geçmişten geleceğe, taşıdığı tüm ögelere, var oluş biçimine, sanatsal ve endüstriyel üretimine, doğasına ve insan eliyle yapılaşmasına dair bilgi aktaran süreli ve süresiz yayınların basılacağı bu yapı ‘aydınlanma’nın ta kendisiydi. Öyleyse o başlı başına bir deniz feneri olmalıydı. Projeye bu konsept üzerinden başlayınca, Ankara da yosun kokusu yurt odasında bile hissedilir oldu.
Bugün, Müftü Köprüsü civarında yer alan Mersin Deniz Feneri, küçük bir müze ve çocuklar için masal evine dönüştürülmüş durumda. Masallar, çocuklarımızı hayallerle ve kitaplarla tanıştırma görevlileri olarak kendilerine ne güzel yer bulmuşlar.
‘Yalnız değilsin! Kaybolmadın! Medeniyet sana yakın! Dikkat et, yolunda kayalıklar var, ağır ve temkinli gitmelisin! Başarabilirsin! Artık yön değiştirmeli ve yola devam etmelisin’ diyen deniz fenerini göremeyenlerin sığınabileceği tek liman kitaplar… Aydınlık, güvenli yolculukların yol gösterenleri.
Yorum Yazın
Facebook Yorum